Nâzım Hikmet’in mahpusluk dönemi: “Umut insanda”
Kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.
Nâzım Hikmet, 1928-1938 arasında çeşitli defalar soruşturmalara uğradı, toplamda bir buçuk yıla yaklaşan çeşitli mahkûmiyetleri oldu, serbest kaldı. Bunlar dışında, 1938 yılında “askeri isyana teşvik” olarak ifade edilen düzmece gerekçelerle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. Komünist şair, bu tarihten sonra İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde toplamda 12 yıl 7 ay hapis yattı.
Avrupa’da faşizm rüzgârlarının estiği ve İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığı dönemde mahpuslukla karşılaşan Nâzım, ‘Hapiste yatacak olana bazı öğütler’ şiirinde “İçerde bir tarafın yapayalnız kalabilirsin / kuyunun dibindeki taş gibi. / Fakat öbür tarafın / dünyanın kalabalığına / öylesine karışmalı ki” deyişindeki gibi, yaşamdan uzak durmak şöyle dursun, pek çok önemli eserini bu süreçte kaleme aldı. Aralarında Kemal Tahir, A. Kadir, Orhan Kemal, İbrahim Balaban gibi isimlerin de olduğu ve sonrasında Türkiye’nin önemli sanatçıları arasına giren sanatçıların yetişmesi için büyük emek verdi.
Hapislik yıllarında Harp ve Sulh romanının yapraklarını çevirir gibi geçerken hayat, kendisinin yazdığı “güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan/gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman…” dizeleri, Nâzım’ın içerideyken aslında bir an bile umudunu yitirmediğini, tam tersine azimli mücadelesinde en yetkin eserlerine bu dönemde imza attığını gösteriyordu. Bu dönemde yazdığı özellikle Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eseri, sadece Türk edebiyatında değil dünya edebiyatında da yirminci yüzyılın en önemli sanat eserlerinden biri oldu.
Komünist şair, “Dostlar ki bir kerre bile selâmlaşmadık/aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz” satırlarıyla, yaşadığı sağlık sorunlarına karşın kuvvetini bu dünyada yalnız olmadığı gerçeğinden aldığını haykırıyordu. Öyle ki, hapislik dönemine denk gelen İkinci Savaş’ın yarattığı dehşeti ve yıkımı bütün ayrıntılarıyla ele alırken, Sovyet insanının faşizme karşı verdiği onurlu mücadeleyi, 1945’te “Bursa Cezaevinde karşımda resmin” dediği Tanya’nın şahsında selamlıyordu.
1949 yılına gelindiğinde, aralarında L. Aragon, P. Robeson, P. Picasso, N. Guillén, P. Neruda gibi komünist sanatçıların da bulunduğu, Dünya Barış Kongresi’nin ve uluslararası kamuoyunun da desteği ile, hukuksuz ve politik nedenlerle mahkûm edilmiş olan Nâzım’ın hapisliğinin sona erdirilmesi için, çeşitli kampanyalar düzenlendi.
İkinci Savaş’ın sonrasındaki 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti, iktidara geldiği dönemde bir “af yasası” çıkardı. Nâzım’ın bu aftan yararlanmasına engel olunmaya çalışıldı. Nihayet, 15 Temmuz 1950’de Cerrahpaşa Hastanesi’nde olan Nâzım Hikmet’e “artık serbest olduğu” bilgisi geldi. Ancak, Nâzım, hâlihazırda 12 yıl 7 ay hapis yatmıştı ve hukuki anlamda da ortada bir “bağışlama” durumu yoktu.
Ardından askere alınma konusu açıldı. Artık elli yaşına yaklaşmış ve aslında Bahriye Mektebi’ni sağlık nedenleriyle bırakan Nâzım muafiyete sahipti. Bu gündemin açılması canına kastedildiği düşüncesine yol açtı ve bu nedenle şair kendi yurdunu terk etmeye mecbur edildi. Kaldı ki, öncesinde olduğu gibi, Nâzım’ın hapislik sonrası dönemde Türkiye’den “ikinci yurt” bellediği Sovyetler Birliği’ne gidişi de partisi TKP’nin kararıyla yapılmış bir tercihti ve aynı Demokrat Parti hükümeti, 1951 yılında aldığı kararla Nâzım’ı vatandaşlıktan çıkaracaktı.
Komünist ozan ise, Kore Savaşı’nda memleketini ve insanını ABD emperyalizmine peşkeş çeken Adnan Menderes hükümetini yerden yere vuran şiirleriyle cevap verecek, kimin yurdunu sevdiğini açıkça ortaya koyacaktı.
⇐ Sayfa 5: Türk edebiyatına müdahale: “Putları Yıkıyoruz”
Sayfa 7: Barış savaşçısı olarak Nâzım Hikmet ⇒