Ulaş Özer, soL Dijital için piyanist ve eğitimci Dengin Ceyhan ile konuştu. Müzik üretimi ve eğitiminde bir politik tercih olarak devletin katkısının azaldığını, zorlukların arttığını vurgulayan Ceyhan, sanatçının doğrunun ve haklının yanında, baskıcı bir gücün ya da paranın karşısında olması gerekliliğine dikkat çekiyor.
Müziği üretmek ve onu toplumla buluşturmak için, pek çok diğer başlıkta olduğu gibi, Türkiye kolay bir ülke değil. Siz oldukça genç bir müzisyensiniz. Fakat sizin de içinde olduğunuz genç kuşak müzisyenler, gericiliğin etkisiyle müziğin toplumsal yaşamdan koparıldığı ve büyük bir hızla piyasalaştırıldığı özel bir dönemde üretimlerini sürdürmeye çalışıyor. Böyle bir Türkiye’de müzisyen olmayı bize biraz anlatır mısınız? Bu koşullar özellikle genç müzisyenlere ne vaat edebilir sizce?
Sanat alanı, hem akademik anlamda hem de sanat üretimi bağlamında Cumhuriyet tarihinin en kötü dönemini yaşıyor. Devletin sanatı halkla buluşturacak çeşitli olanakları var. Örneğin çeşitli illerde bugün hâlâ çalışan opera ve baleler, senfoni orkestraları, Devlet Tiyatroları… Bunlar, hem sayı hem de Türkiye’ye dağılışları bakımından elbette yeterli olmadı hiçbir zaman. Bu kurumlar konser ve temsiller yapmak için Türkiye’nin çeşitli bölgelerine gidebiliyorlardı, ama koşullar artık eskisi gibi değil. Bugüne dair en önemli sorunlardan biri, bence, taşeron sisteminin sanat alanına da girmiş olması. Devlet tiyatrolarında çalışan arkadaşlarımız, yevmiyelerini oynadıkları oyun üzerinden alıyorlar. Bu şekilde çalışan bir oyuncunun ayda iki hafta oyun oynadığını düşünürsek, ayın geri kalan yarısında bu arkadaşlarımız işsizler. Bu tabloya yaz aylarında herhangi bir temsilin olmadığını da eklersek bu arkadaşlarımız, yılın büyük bir bölümünü, hayatlarını idame ettirecek gelirden yoksun olarak geçiriyorlar. Devlet Opera ve Balesi’ne baktığımızda da durum farklı değil. Onlar da senelik bir sözleşme imzalıyorlar ve sezon boyu günde iki prova-bir temsil şeklinde çalışıyorlar. Buna karşılık aldıkları ücret geçimlerini sağlamaya yetmiyor. Bu son derece moral bozucu bir durum genç müzisyenler için. Bunun dışında her yıl çok fazla müzisyen, operacı ve oyuncu mezun oluyor. Bunların çok büyük bir kısmı işsiz. Artık Türkiye’de sanat okullarından mezun olan insanlar, sanat yapmaktan ziyade, yaşamlarını sürdürmeyi sağlayacak bir yol izleme çabasındalar doğal olarak. Artık bir orkestraya girmek çok zor bir şey. Mezun olan müzisyenlerden sadece birkaçı bir orkestraya yerleşebiliyor. İşsiz kalan bu arkadaşlarımız da piyasaya iş yapmaya başlıyorlar ve bu çalışmalarının odağında genellikle sanatsal bir üretim yapmak bulunmuyor. Halbuki bu arkadaşlarımız kadroya alınabilirler, fakat bu yapılmıyor. Bugün bu kurumların pek çok organizasyonu iptal ediliyor. Eskiden bu kurumlar dünyadaki pek çok önemli festivale katılıyordu, şimdi büyük bir ödenek sorunuyla karşı karşıya bulunuyorlar. Ankara, İstanbul ve İzmir’de yaşayan insanlar haftada dört kez opera izleme şansına hâlâ sahipken, Türkiye’nin pek çok ilinde, hayatları boyunca bu imkana sahip olamayan insanlar var. Bu devletin sorumluluğunda olan bir şey, ancak bu olanaklar sağlanmıyor.
İnsanlık tarihinde, bugüne kadar pek çok gericilik dönemi yaşandı. Ancak insanlığı ilerleten güç, yaşanan toplumsal sıçramalar ve büyük devrimler oldu. Tüm bu dönemlerde sanatçının, tarihsel ileri-geri kavgasındaki konumlanışının onun tarihe iz bırakması ve yeni biçimlerin oluşması açısından belirleyici olduğunu görüyoruz. Günümüz Türkiyesi’ndeki müzik alanını ve müzisyenleri bu kavgadaki konumlanışları açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Müzisyenler dediğimizde, çok apolitik görünen bir kesimden söz ediyoruz. Öncelikle bu alanda yaşanan büyük bir korku var. Özellikle bu korkuya neden olan çok sayıda örnek yaşadık son dönemde. Örneğin şef İbrahim Yazıcı ve Bursa Devlet Senfoni Orkestrası’nın kemancısı Filiz Özsoy’un ihraç edilmesi ve benim geçtiğimiz sene tutuklanmam gibi. Bu, sanat alanına verilen bir gözdağıydı bana kalırsa. Yaratılan bu korku atmosferi nedeniyle dışarıya yansıyan etkili bir tepki yok ne yazık ki. Sanatçının doğrunun ve haklının yanında, baskıcı bir gücün ya da paranın karşısında olması gerekir. Sanatçı, “insan”ın yanında durmalı ve onu savunmalıdır. Ama az önce söz ettiğim korku atmosferi nedeniyle sanatçıların bugün siyasi bir içerikle öne çıkacağını düşünmüyorum.
Fakat bu değerlendirmeniz, günümüzdeki bütün çalışma alanları için geçerli değil mi? Bugün tüm işyerlerinde sözünü ettiğiniz korku atmosferi hakim. Bu nasıl aşılacak?
Sanat alanında örgütlenmeye dair yeni yeni adımlar atıldığını görüyoruz. Geçtiğimiz yıllarda TÜSAK yasa tasarısı gündemdeyken bütün müzisyenler seslerini çıkarmış, sokağa çıkmıştı örneğin. Benzer durumlarda toplu bir şekilde hareket edilebiliyor bir derece. Sanat alanının diğer alanlara göre daha ılımlı bir niteliği olduğunu söyleyebiliriz. Bunun en önemli nedeni, son derece yalıtılmış bir ortamda olmamız ve burada büyüyüp gelişmemiz sanırım. Çünkü konservatuvar ortamı son derece kapalı ve konservatuvarın dışarıyla olan etkileşimi son derece zayıf. Biz bu anlamda yaşam koşullarını çok geç görüyoruz ve tecrübe ettikçe öğreniyoruz. Fakat bunun yavaş yavaş değiştiğini düşünüyorum.
“Çoksesli müzik insanın ve toplumun gelişmesinde önemli”
Sanat alanı ve özellikle de çoksesli müzik, Türkiye gericiliğinin savaş açtığı bir alan. Hatta AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş geçenlerde bu bağlamda bir açıklama yaptı ve açıklamasında “Tanzimat elitleri, Meşrutiyet elitleri, Cumhuriyet elitleri kültür-sanat alanını milletten kaçırdılar, milleti dönüştürmenin bir aracı olarak kullandılar. Çaykovski vesaire dinletirsek milleti adam ederiz zannedildi” dedi. Dönem dönem yapılan açıklamalar ve uygulamalar, bunların kişisel açıklamalar değil bilinçli bir şekilde yürütülen politik adımlar olduğunu gösteriyor. Siz ne dersiniz bu açıklama için? Sizce burada amaçlanan nedir, ne isteniyor sanattan ve çoksesli müzikten?
Elbette bu açıklama, kişisel bir açıklama olarak algılanamaz. Bu, genel bir politik yönelimi temsil ediyor. Burada bir kabullenememe durumu söz konusu aslında. Türkiye’de çoksesli müzik, plastik sanatlar, opera ve özellikle bale, sanat alanının üvey evladı olarak görülmeye başlandı bir süredir. Kimseye bunları zorla izletip dinletemezsiniz, fakat Türkiye’de tüm bu saydıklarımı izleyen, takip eden bir kesim var. Duyulan sıkıntının, sadece bu alanlara dair değil bu kesimle de ilgili olduğunu düşünüyorum. Çoksesli müzik, bir insanın ve bir toplumun gelişmesinde son derece önemlidir. Sadece bireyin sanata dair estetik gelişimini kastetmiyorum burada. Pek çok makale bulabilirsiniz, çoksesli müziğin bir çocuğun ya da bir bireyin gelişimini nasıl olumlu yönde etkilediğine dair. Bunu bilim söylüyor. İnsan olmak, insani bir çevreyi gerektirir. Dolayısıyla Çaykovski’nin karşımızda duran şu tabloda bir sorumluluğu yok. Biz bir esere dair bir şey söylemeden önce onu son derece titiz bir şekilde etüt ederiz. Besteci ve dönem analizi, form analizi, armonik analiz yapar, ondan sonra icraya dair sözümüzü söyleriz. Sadece bu açıklamaya dair söylemiyorum. Genel olarak yapılan benzer açıklamaların nasıl bu kadar kolayca yapıldığını anlamıyorum gerçekten. Yine az önce söz ettiğim konuya geleceğim, devlete bağlı tüm sanat kurumları ödenek sıkıntısı yaşarken büyük holdinglere ve patronlara sınırsız ödenek sağlanıyor bugün. Halbuki devlete bağlı sanat kurumları üretimlerini, yedi liraya, on beş liraya insanlara taşıyorlar. Açık ki kabullenemiyorlar ve istemiyorlar.
“Yapılan düzenlemeler önemli sanatçıların müzik eğitimine katkı koymasını engelliyor”
Siz bir piyanist olmanızın yanı sıra bir eğitimcisiniz. Biliyorsunuz son süreçte eğitim programlarında da ciddi değişiklikler yapıldı. Konservatuvarların durumu nedir bugün?
Sanıyorum konuşmamızın başından beri bu konuya farklı başlıklarda da olsa değindik. Öncelikle konservatuvarların üniversiteye bağlı olmasının getirdiği temel zorluklar var ve bu geriye götüren bir durum. Evet müzik akademik bir alandır aynı zamanda. Ancak akademisyenlikte ilerlemekle sanat alanında ilerlemek birbirinden oldukça farklı. Örneğin günde iki prova ve bir temsile çıkan bir sanatçı, akademik anlamda kendisini nasıl ilerletebilir? Konservatuvarlarda YÖK’ün getirdiği yeni kurallar var. Bir yüksek lisans programı açabilmeniz için üç, doktora programı açabilmeniz için de altı tane unvanlı hocanızın olması gerekir. Sanat alanında bu unvan konusu çok büyük bir sıkıntı. Konservatuvarlar sanatçı, sahne performansçısı yetiştiren kurumlar. Bu nedenle artık pek çok konservatuvar lisans üstü bölümlerine öğrenci alamıyor ve hatta bazı bölümlerin öğrenci alımları durduruldu. Bu şekilde birçok şeyin önü de kesilmiş oldu. Örneği çok verilir, İdil Biret… Son derece büyük bir piyanist, fakat ne yüksek lisans ne de doktora mezuniyeti var İdil Biret’in. Şu anki eğitim sistemine İdil Biret gibi bir sanatçıyı nasıl dahil edeceksiniz? Bunun yanında yine bir kadrosuzluk ve ilgisizlik durumu söz konusu. Korkarım ki yakında pek çok konservatuvarın kapanmaya başladığı haberlerini alabiliriz şu koşullarda. Bu konuda pek çok adım atılmaya çalışılıyor. Fakat bu adımların bir etki yarattığını ve önemsendiğini söylemek zor. Bu bilinçli bir politika. Devlet Opera ve Balesi’ne, orkestralara ve Devlet Tiyatroları’na neden kadro verilmiyor? Biz konser yapmak istediğimizde sahne ya da salon bulmakta neden zorlanıyoruz? Özel bir konser yapalım dediğimizde onca şeyin üzerine neden yüzde otuz vergi ödüyoruz? Sanat ve toplum arasındaki mesafe böyle böyle artıyor ve büyük sermayeye bu alanda hareket edebileceği geniş bir alan açılıyor.
Çok teşekkürler zaman ayırdığınız için.
Yayın hayatınızda başarılar diliyorum size, ben teşekkür ederim.
Söyleşi: Ulaş Özer
Röportaj 16 Şubat 2018 tarihinde 0. sayısı yayınlanan soL Dergi’den alınmıştır. Dergiye erişim için: https://dergigiris.sol.org.tr/